FEMALE STATE OF STREET
30 Ocak 2022 Pazar
29 Ocak 2022 Cumartesi
WALKING ANYWHERE
GÖZDE YENİPAZARLI
Nafi Güral Sanat Galerisi, 2017, İzmir
Londra & walking anywhere
“Toplumsal
ve kültürel alanı çalışan, elde ettiği görsel detaylarla gündelik hayatı
belgeleyen bu bakış, insan hikâyeleri üzerinden anlatıya derinlik katmakta,
anları zaptederek ve mekânsallaştırarak Londra’yı aşkın bir gerçeklik olarak
karşımıza çıkarmaktadır.”
Günümüzün büyük kentleri, karmaşık, katmanlı ve çok boyutlu bir yapı olarak karşımızdadır. Heterotopik bir bütünlük içindeki bu sorunlu yapıların, kendine bulaşma çabası içindeki her bireye farklı ve zorlu deneyimler sunması kaçınılmazdır. Yine de bu süreçte psişik gerekçelerle oluşan mesafenin aşılması; belirgin kodlarla örülmüş bir kent dekoru önünde pazarlanan parıltılı ve gelip geçici bir şimdi’yi herkesin paylaşması mümkündür.
Bu noktadan bakıldığında, özellikle Londra’nın; her gezginin kişisel
tarihine iz bırakan farklı bir potansiyele
sahip olduğu görünmektedir. Neredeyse birbirinin aynı olan sıralı düzendeki
evleriyle; dahası kenti sarıp kuşatan kırmızı/sarı tuğlalarla örülmüş
mimarisiyle ve onu bütünleyen cam ve çelikle kurulan bu mekânsal tipoloji,
cadde ve sokaklarda süren hayatın temsiline uygun imkânları fazlasıyla
içermektedir. Kentsel dekoru arka plana alarak bir bakıma öteleyen Gözde Yenipazarlı,
esasen bu mekânlarda sahnelenen gerçek/alternatif durumlarla ilgilenmektedir.
Tespit ettiği anlar, yer yer duyumsal bir sertlik ile insanî bir sıcaklığın
izini sürmekte; İngiliz tarzı hayatın dışında kalan ya da onu tamamlayan
ayrıntılara özellikle dikkatleri çekmektedir.
-------------------------------------------------
Kültürel belleğin akışkan mekânı / Londra
GÜLAY YAŞAYANLAR
Gözde Yenipazarlı, Londra’da süregiden gündelik hayatı yerinde ve yürüyerek
keşfetme eğilimindedir. Büyülü bir kenti duyumsama yaklaşımı içinde çektiği
görüntüler, toplumsal dokudan ara kesitler sunan aktivist bir eylemin sonuçları
gibidir. Burada mekânlara sıkışıp kalmış, kentin kendine has kültürel hayatına
ilişkin vasıflı örneklere kaynaklık eden; fotografik bakışa yön veren
dinamiklere ve dolayısıyla sonuca yansıyan, yaşantı içeriğine ve yoğunluğuna da
ayrıca temas etmek gerekir.
Londra; her şeyden önce teorik bir üretimin merkezi ve nesnesidir. Sanki, yazılı
bir metinden oluşan, sürekli bir enerjinin salındığı ya da her an yeniden üretilebildiği
akışkan bir mekândır. İnsanların bir arada yaşadığı bu muazzam ama denetimli
yığında, gerçekten de hayat, sanatsal bir yoğunluk
kültürü’yle harmanlanmaktadır. Bilinçdışı katkılarla oluşan entelektüel birikim,
hem kültürel yapıyı hem de sanat algısını hızla dönüştürmekte, bunu kontrol
eden bir iktidar vurgusunu ise şiddetle hissettirmektedir. Bu kapsamda önerilen
kamusal alanlar, kentin hayat tarzı ve kimliği hakkında son derece fazla bilgiyi
barındırmaktadır. Burada kültür mekânları arasında sıkışıp kalan, yani tedirgin
edici bir aralıkta hem içerde hem de dışarıda tutulana da kucak açan hegomonik
bir yapı inşa edilmektedir.
Londra aynı zamanda; yeni-modernist tereddütlerin incelikle hesaplandığı,
tutkuların ve geleceğe yapılan yatırımların düşünsel gerekçelerinin üretildiği kültürel
bir stüdyoyu andırmaktadır. Entelektüel üretimin konumlandığı müze ve galeriler,
gündelik hayat içerisindeki sanat tüketimi talebini bütünüyle karşılamaya
hazırdır. Bellek ve zamanın izlerinin birbirine karıştığı ilişkisel bir ağ, farklı
bir göstergeler dizisi üzerinden kenti gezenleri kendine bağlar. Sanatsal
ivmeyi yakalama ve kaydetme telaşı, aslında buradaki makro kosmos’a dahil olma
deneyimidir. İnsana ve tepkilerine duyarlı hale gelen kent, içten içe
derinleşen etkileşimli yapısıyla, tıpkı travmatik bir bedene dönüşen büyük bir
müzeyi andırır. Dahası, kültürel rekabetin doğası gereği bir yandan gelecek planlanırken,
diğer yandan kültürel programların iyimserliği içinde güncel tartışmaları
tarihsel bir arka plana iteleyen parodik sunumların (bir pazarlama stratejisi
olarak) şıklaşan kurgusu ürküntü yaratmaktadır.
Londra’da insanlar aslında post-kapitalist
durumlarla yüzleşmektedir. Özellikle kültürel beklentilerine karşılık ararken, metropollere
özgü endüstriyel yatırımlara ilişkin tartışmalara tanık olur. Bu nedenle
sanatsal ve kültürel yapılanma ile ekolojik doku ilişkisi, sözgelimi sorunlu
bir alan olarak öne çıkmakta, sosyal etkinlikler ve nefes alma alanları
incelikle düşünülerek planlanmaktadır. Londra’nın demografik yapısıyla ilişkili
talepler doğrultusunda her gün için tasarlanan zihinsel programlar, hiç
olmadığı kadar hızlı işlemektedir. Bu nedenle, ara zamanlarda ve ara yerlerde
tüketilen kültürün niteliğinin ne düzeyde olabileceğini bile kestirmeye çalışan
bir kültür mühendisliği sanki devrededir. Kozmopolit yapının farklılığı ile
tüketilen sanata yönelik projeler üzerinden kente sağlanan katkıların
sorunsallaştırıldığı önemli tartışmalar yaşanmaktadır bu kentte…
Entelektüel üretimin ve ahlâkın her gün daha estetize bir hal aldığı
Londra’da, emek harcanarak elde edilen üretimin biçimlenişine dair oluşan sanatsal
öngörü, bir tasarım sorunu ya da esaslı hakikât olarak önem kazanmaktadır.
Endüstriyel gerekçelerle çatışan durumları ve emek süreçlerini anımsatan tarihsel
ve kurumsal tartışmalar ya da belirlenmiş diğer pek çok şey, sürekli değişen ve
dönüşen kültürel belleğin dayanakları olarak hala çok değerlidir. Ve yeni
sorular için ise yeterince kışkırtıcıdır: Evet; Londra’ya özgü bir arzu
haritası yapmak mümkün müdür? Biçimsel olarak gördüğümüz şeyler ile Londra’ya
has gerçeklik sorunsalı, toplumsal düzeyde farklı isteklere mi yanıt
vermektedir? Yani mekânlar, nesneler, olgular ve durumlar üzerinden gelişen birtakım
alt dinamiklerle kenti değerlendiren bir duyarlığı geliştirmek yeterli midir? Londra’nın
gelecekteki hayatının ne olacağı, ne tür değişikliklerin yaşanabileceği
kestirilebilir mi? Londra’ya özgü gerçeğin içeriğinden bahseden ve şimdiden
adil olan herhangi bir metin yazılmakta mıdır örneğin? Oscar Wilde, Bernard
Shaw, Wirgina Wolf ya da George Orwell’ın Londrası’nın, artık kent üzerinde söz
sahibi olmayan sınıflarla, zihinsel emek üzerinden gelir sağlayan nitelikli
grubun eriştiği bir bilgi ya da ideal olması paradoksal bir durum değil midir? Belki
de bu nedenle Royal Academy’den mezun genç sanatçıları birer meta haline getiren
Londra; deyim yerindeyse William Turner’in sisli ve bulanık fırtınalarında
kendini bulmaya çalışmakta gibidir.
Ayrıca eklemek gerekirse; kent ile birey arasındaki duygulanımların artışı
ile ters orantılı bir biçimde gelişen ve mesafe yaratan bu boşluk duygusu, giderek
bir soruna dönüşecek midir? Yeni kültürel sorumluluk, Damien Hirst’un heykelini
sahiplenmeyi önerirken, kamusal alandaki bu radikal dönüşüme (Shard örneğini
anımsayalım) ne yanıt verileceğini hep birlikte göreceğiz.
Sonuçta; kültürel hiyerarşinin her gün artarak güçlendiği Londra, yeşil dokuya
sinen manolya, ve zambak gibi kokuların eşliğinde insanların yaşama
özlemlerinin değişmez erotik mekânı olmaya devam etmektedir. Burada; seçilmiş özel
imgelerle savrulan zaman, yaşam alanlarını dönüştüren yeni temsil
stratejilerinin turistik önemini ve devamını sağlamaktadır. O yüzden de; bilinçdışını
istilâ etmeye yönelik kırmızı üzerinden işleyen bu tür temsillerin, psişik
yaptırımlarla özdeş hale gelmesine şaşırmamak gerekir.