Londra & walking anywhere
MÜMTAZ SAĞLAM
“Toplumsal
ve kültürel alanı çalışan, elde ettiği görsel detaylarla gündelik hayatı
belgeleyen bu bakış, insan hikâyeleri üzerinden anlatıya derinlik katmakta,
anları zaptederek ve mekânsallaştırarak Londra’yı aşkın bir gerçeklik olarak
karşımıza çıkarmaktadır.”
Günümüzün büyük kentleri, karmaşık, katmanlı ve çok boyutlu bir yapı olarak
karşımızdadır. Heterotopik bir bütünlük içindeki bu sorunlu yapıların, kendine
bulaşma çabası içindeki her bireye farklı ve zorlu deneyimler sunması
kaçınılmazdır. Yine de bu süreçte psişik gerekçelerle oluşan mesafenin
aşılması; belirgin kodlarla örülmüş bir kent dekoru önünde pazarlanan parıltılı ve gelip geçici bir şimdi’yi
herkesin paylaşması mümkündür.
Bu noktadan bakıldığında, özellikle Londra’nın; her gezginin kişisel
tarihine iz bırakan farklı bir potansiyele
sahip olduğu görünmektedir. Neredeyse birbirinin aynı olan sıralı düzendeki
evleriyle; dahası kenti sarıp kuşatan kırmızı/sarı tuğlalarla örülmüş
mimarisiyle ve onu bütünleyen cam ve çelikle kurulan bu mekânsal tipoloji,
cadde ve sokaklarda süren hayatın temsiline uygun imkânları fazlasıyla
içermektedir. Kentsel dekoru arka plana alarak bir bakıma öteleyen Gözde Yenipazarlı,
esasen bu mekânlarda sahnelenen gerçek/alternatif durumlarla ilgilenmektedir.
Tespit ettiği anlar, yer yer duyumsal bir sertlik ile insanî bir sıcaklığın
izini sürmekte; İngiliz tarzı hayatın dışında kalan ya da onu tamamlayan
ayrıntılara özellikle dikkatleri çekmektedir.
Gözde Yenipazarlı’nın yaratıcı gözlem deneyimi; yaşanan an’ı arzulayan ve belgeselleştiren bir yaklaşımdır
öncelikle. Londra’yı dinamik bir karma kültürel mekân olarak gündelik hayatın
dinamizmi bağlamında içerden yansıtma derdindedir. Elde ettiği sonuçlar,
sıradan görüneni son derece içsel, ilginç ve kişisel bir tarz ile ortaya
koyabilme becerisinden kaynaklanmaktadır. Dahası buna anlatısal bir nitelik
kazandırarak, estetik vurguları öne çıkaran bir gerçekçilik ile herşeyden önce
marka değeri taşımayan mekânlara ilişkin küçük yaşantılara yönelmektedir.
Kenti birkaç kez ziyaret edenler ya da bir süre orada yaşayanlar bilir ki;
bir gezgin olarak, Londra ile yüzleşmek; ancak simgelerle örülen bir ilişkiler
sisteminden koparak, değişik bir program ya da rota geliştirmekle mümkündür. Hedefe müze, meydan, köprü ya da bina
gibi bildik mekanları koymadan girişilen bu proje, ancak queer mekânların takibi ya da keşfiyle; simetrik olmayan kayboluş
hikâyeleriyle anlam kazanır. Burada elde edilen öznellik, Gözde Yenipazarlı’nın
çektiği kareler kadar, kendi seyir ritüeline tesir eden, hiç kuşkusuz talepkâr
ve sıra dışı görünen bir keşif isteğiyle alâkalıdır. Böylece fetişleşen
unsurlar, tuhaf ve kirli detaylar, arka planlar ile birlikte, yaratıcı ve
karmaşık bir yorumun/bakışın izleri haline gelir. Görüntüye hacimsel bir
yoğunluk ve gerilim katan bu yaklaşımın, poz’a yönelik yarattığı arzu çok
açıktır. Kompozisyon bilgisi ve endişesinin de bu noktada açık bir duyumsal
çekicilik sağlaması, görüntüye esaslı bir derinlik kazandırması normaldir.
Dahası ışık ve gölge etkileriyle, bu yorumun yoğun ve sert bir radikalleşmeye
dönüşme olasılığı da oldukça yüksektir. Ve bu radikal tavır, Londra’nın yapısal
alanını saran bir farklı bir duyumsamadan gücünü alır. Anlatı klişelerini ters
yüz eden bir riskli bir ilişkilendirme çabasının esas dinamiğini oluşturur.
Mekân ve olayların kentli bir ölçekte, zamandan kopuk bir şekilde
ilişkilendirilmeleriyle melez bir konuma evrilir. Bu yüzden; bu fotoğraflara,
rastlantının önceliği yerine, stratejik bir görme ve biçimleme hadisesi,
plastik hale gelen bir üretim pratiği olarak bakılmalıdır.
Öte yandan; Gözde Yenipazarlı’nın objektifinde ortaya çıkan görsel boyut,
hiç de steril olmayan bir gündelik evreni yansıtmaktadır. Londra imgelemini
başkalaştıran ironik bir gösterimdir bu. Mesafe endişesini ortadan kaldıran bir
buluşma hadisesi halini alarak dışavurumcu bir nitelikle ifade edilmektedir.
Daha çok geri planda tutulan metropolün, özgürlük bilincini besleyen paradoksal
pek çok duyumu kışkırtma olasılığını da bu aşamada doğru anlamak gerekir.
Londra bu bakımdan iri ve büyük bir mutluluk
üretimi merkezidir. Dolayısıyla; cinsiyetçi kodlarla örülmüş karma-karışık
hikayelerini, devlet-toplum ve birey ilişkilerini gücün denetimi düzleminde
çözen farklı bir gökyüzü sunmaktadır. Belki de bu yüzden, Gözde Yenipazarlı’nın
da odaklandığı bu hayat, arzu üreten imge ve simge örüntüleriyle dolu; bunları
keşfetme ve orada olma güdüsüyle tamamlanmayan bir düşünsel-psikolojik bir mesele
olarak vücut bulmaktadır. Ancak iyi bir zamanlama ile gerçekleşen, öznel
vurgular ve müdahaleler sonucu, bu girişim başka anlamlar kazanabilir. Nitekim
Gözde Yenipazarlı, yer yer uç noktalara taşıdığı görme ayrıcalığını resimsel
bir endişeyle başkalaştıran yaratıcı bir yaklaşım ve kentsel yorum çabası
içindedir. Bir bütünleşme hikâyesini canlandıran bu fotoğraflar, gündelik
hayatın ritmini bozmadan dış-mekân aralıklarına sirayet ederek adeta yeniden
gösterilen; çok kültürlü yapı ya da dokuyu, sessiz ve suskun karelerle
betimleyen özel bir Londra Albümü’nün
sayfaları halindedir. Kenti psiko-coğrafik
bir alan olarak kavramakta, bir akış ritmi içinde cadde ve sokaklara yansıyan
ruh halini yakalamaktadır.
Tabii ki, Londra pitoreskinden bu görüntüleri türetmek; kentle kurulan
duygusal ilişki neticesinde, baştan çıkarıcı bir gezi deneyimine girişme
kararlılığıyla mümkün olabilir. Genel tipolojinin uzağında biçimlenen bu
buluşma; tam da bu nedenle, caddelerin kör parıltısını, düzensiz bir
karışımını, tarih-toplum ve kültür referanslarıyla biçimlenen bir üslûpla
belgeleyen başarılı bir pratiğe dönüşmektedir…
İzmir, Ekim 2017
-------------------------------------------------
Kültürel belleğin akışkan mekânı / Londra
GÜLAY YAŞAYANLAR
Gözde Yenipazarlı, Londra’da süregiden gündelik hayatı yerinde ve yürüyerek
keşfetme eğilimindedir. Büyülü bir kenti duyumsama yaklaşımı içinde çektiği
görüntüler, toplumsal dokudan ara kesitler sunan aktivist bir eylemin sonuçları
gibidir. Burada mekânlara sıkışıp kalmış, kentin kendine has kültürel hayatına
ilişkin vasıflı örneklere kaynaklık eden; fotografik bakışa yön veren
dinamiklere ve dolayısıyla sonuca yansıyan, yaşantı içeriğine ve yoğunluğuna da
ayrıca temas etmek gerekir.
Londra; her şeyden önce teorik bir üretimin merkezi ve nesnesidir. Sanki, yazılı
bir metinden oluşan, sürekli bir enerjinin salındığı ya da her an yeniden üretilebildiği
akışkan bir mekândır. İnsanların bir arada yaşadığı bu muazzam ama denetimli
yığında, gerçekten de hayat, sanatsal bir yoğunluk
kültürü’yle harmanlanmaktadır. Bilinçdışı katkılarla oluşan entelektüel birikim,
hem kültürel yapıyı hem de sanat algısını hızla dönüştürmekte, bunu kontrol
eden bir iktidar vurgusunu ise şiddetle hissettirmektedir. Bu kapsamda önerilen
kamusal alanlar, kentin hayat tarzı ve kimliği hakkında son derece fazla bilgiyi
barındırmaktadır. Burada kültür mekânları arasında sıkışıp kalan, yani tedirgin
edici bir aralıkta hem içerde hem de dışarıda tutulana da kucak açan hegomonik
bir yapı inşa edilmektedir.
Londra aynı zamanda; yeni-modernist tereddütlerin incelikle hesaplandığı,
tutkuların ve geleceğe yapılan yatırımların düşünsel gerekçelerinin üretildiği kültürel
bir stüdyoyu andırmaktadır. Entelektüel üretimin konumlandığı müze ve galeriler,
gündelik hayat içerisindeki sanat tüketimi talebini bütünüyle karşılamaya
hazırdır. Bellek ve zamanın izlerinin birbirine karıştığı ilişkisel bir ağ, farklı
bir göstergeler dizisi üzerinden kenti gezenleri kendine bağlar. Sanatsal
ivmeyi yakalama ve kaydetme telaşı, aslında buradaki makro kosmos’a dahil olma
deneyimidir. İnsana ve tepkilerine duyarlı hale gelen kent, içten içe
derinleşen etkileşimli yapısıyla, tıpkı travmatik bir bedene dönüşen büyük bir
müzeyi andırır. Dahası, kültürel rekabetin doğası gereği bir yandan gelecek planlanırken,
diğer yandan kültürel programların iyimserliği içinde güncel tartışmaları
tarihsel bir arka plana iteleyen parodik sunumların (bir pazarlama stratejisi
olarak) şıklaşan kurgusu ürküntü yaratmaktadır.
Londra’da insanlar aslında post-kapitalist
durumlarla yüzleşmektedir. Özellikle kültürel beklentilerine karşılık ararken, metropollere
özgü endüstriyel yatırımlara ilişkin tartışmalara tanık olur. Bu nedenle
sanatsal ve kültürel yapılanma ile ekolojik doku ilişkisi, sözgelimi sorunlu
bir alan olarak öne çıkmakta, sosyal etkinlikler ve nefes alma alanları
incelikle düşünülerek planlanmaktadır. Londra’nın demografik yapısıyla ilişkili
talepler doğrultusunda her gün için tasarlanan zihinsel programlar, hiç
olmadığı kadar hızlı işlemektedir. Bu nedenle, ara zamanlarda ve ara yerlerde
tüketilen kültürün niteliğinin ne düzeyde olabileceğini bile kestirmeye çalışan
bir kültür mühendisliği sanki devrededir. Kozmopolit yapının farklılığı ile
tüketilen sanata yönelik projeler üzerinden kente sağlanan katkıların
sorunsallaştırıldığı önemli tartışmalar yaşanmaktadır bu kentte…
Entelektüel üretimin ve ahlâkın her gün daha estetize bir hal aldığı
Londra’da, emek harcanarak elde edilen üretimin biçimlenişine dair oluşan sanatsal
öngörü, bir tasarım sorunu ya da esaslı hakikât olarak önem kazanmaktadır.
Endüstriyel gerekçelerle çatışan durumları ve emek süreçlerini anımsatan tarihsel
ve kurumsal tartışmalar ya da belirlenmiş diğer pek çok şey, sürekli değişen ve
dönüşen kültürel belleğin dayanakları olarak hala çok değerlidir. Ve yeni
sorular için ise yeterince kışkırtıcıdır: Evet; Londra’ya özgü bir arzu
haritası yapmak mümkün müdür? Biçimsel olarak gördüğümüz şeyler ile Londra’ya
has gerçeklik sorunsalı, toplumsal düzeyde farklı isteklere mi yanıt
vermektedir? Yani mekânlar, nesneler, olgular ve durumlar üzerinden gelişen birtakım
alt dinamiklerle kenti değerlendiren bir duyarlığı geliştirmek yeterli midir? Londra’nın
gelecekteki hayatının ne olacağı, ne tür değişikliklerin yaşanabileceği
kestirilebilir mi? Londra’ya özgü gerçeğin içeriğinden bahseden ve şimdiden
adil olan herhangi bir metin yazılmakta mıdır örneğin? Oscar Wilde, Bernard
Shaw, Wirgina Wolf ya da George Orwell’ın Londrası’nın, artık kent üzerinde söz
sahibi olmayan sınıflarla, zihinsel emek üzerinden gelir sağlayan nitelikli
grubun eriştiği bir bilgi ya da ideal olması paradoksal bir durum değil midir? Belki
de bu nedenle Royal Academy’den mezun genç sanatçıları birer meta haline getiren
Londra; deyim yerindeyse William Turner’in sisli ve bulanık fırtınalarında
kendini bulmaya çalışmakta gibidir.
Ayrıca eklemek gerekirse; kent ile birey arasındaki duygulanımların artışı
ile ters orantılı bir biçimde gelişen ve mesafe yaratan bu boşluk duygusu, giderek
bir soruna dönüşecek midir? Yeni kültürel sorumluluk, Damien Hirst’un heykelini
sahiplenmeyi önerirken, kamusal alandaki bu radikal dönüşüme (Shard örneğini
anımsayalım) ne yanıt verileceğini hep birlikte göreceğiz.
Sonuçta; kültürel hiyerarşinin her gün artarak güçlendiği Londra, yeşil dokuya
sinen manolya, ve zambak gibi kokuların eşliğinde insanların yaşama
özlemlerinin değişmez erotik mekânı olmaya devam etmektedir. Burada; seçilmiş özel
imgelerle savrulan zaman, yaşam alanlarını dönüştüren yeni temsil
stratejilerinin turistik önemini ve devamını sağlamaktadır. O yüzden de; bilinçdışını
istilâ etmeye yönelik kırmızı üzerinden işleyen bu tür temsillerin, psişik
yaptırımlarla özdeş hale gelmesine şaşırmamak gerekir.
İzmir-Londra, Kasım 2017